“Dildir dilarayı eyler dilber, dildir dilarayı eyler virân; gül, güldür gül dalında iken, yoksa dikenlik; bülbül, bülbüldür dil onda iken, yoksa serçe…”, “Dildir insanı abad eden, dildir insanı berbad eden”, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”, “Dil ile düğümlenen diş ile çözülmez” …
Dil…Görüldüğü gibi kültürümüz aslında ne kadar zengin bu konuda. Çünkü önemi binlerce yılda kavranmış ve hayata, uygulamaya geçmiş bir konu. Ya şimdi?
Teknolojinin hızından başımız dönüyor ama dilimiz dönmüyor. Nereye? Aslına, doğrusuna… Artık kelimeleri söyleyemiyoruz, yazamıyoruz, hatırlayamıyoruz ve hatta bilemiyoruz.
Dilimizi kaybederken, sözümüzde nezaketi, görünüşümüzde zerafeti, tavırlarımızda letafeti de yitirmeye başladık. Onun için medyada, sosyal ortamlarda, filmlerde, siyasette, çevremizde küfürler, abartılar, kabalıklar daha bir arttı; tehdit, şiddet, umursamazlık normal sayılmaya başlandı.
*
Gelin dili inceleyelim. Nedir dil? Sözlüksel birinci anlamı, ağız içindeki konuşma organı. Sesleri harf ve kelimelere çevirmemize yarayan kas dokusu. İkinci anlamı, biyolojik türlerin kendi içlerinde iletişim kurmasını sağlayan araç. Bu genel bakış açısından dolayı mesela hayvanların birbirileri arasındaki haberleşmelerine de dil denir. Ama insanlara özel olarak dili ele alırsak, bir topluluğun bireylerinin kendi aralarında iletişim kurmak için kullandığı ses ve kelime temelli kurallar bütünüdür diyebiliriz. Yani evrimsel olarak insana ilerledikçe dil de daha komplike bir şekle bürünmektedir.
Dilin, aslında çok fazla kişinin bilmediği bir anlamı da gönüldür. Farsçadan geçmiştir Türkçe’ye. Dilber, dilara, dilbaz gibi çeşitli tamlamalarla da isim olarak karşılaşırız. Tasavvuf edebiyatında sıkça kullanıldığını görürüz. Örneğin “Her mürşide dil verme, kim yolun sarpa uğradır, mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş” der Niyazi Mısri. Yani dil ve gönül birbiriyle bağlantılı. Aslında biz gönül deyince sadece göğüs boşluğunda bulunan, avuç büyüklüğündeki organı anlıyoruz, yürek deyince de, kalp deyince de.
Ama öyle mi acaba? Gönül deyince aslında insanın sevgi cevherinden, yürek deyince cesaret erdeminden, kalp deyince dönüşebilme yetisinden bahsederiz de haberimiz yoktur. Yani bunlar insanın sıfatlarıdır ve göğsümüzdeki organla değil birazcık kafamızdaki organla ilgilidir, beynimizle. Birazcık, çünkü beyin bilişsel faaliyetlerin bir aracı iken “akıl da o aracın mekanizmasıdır ve değer üretmez” (Metin Bobaroğlu). Beyin “değerleri” tetikleyecek verilerin algılayıcısı, işlemcisi ve akıl, ortaya çıkan “değerlerin” bize, dilimize tercümanıdır. Bu mantıksal açıdan baktığımızda denebilir ki beynimizdir bizi şekillendiren, bize biçim veren. İşte sıfatlarımız da beyin modaevinin tasarımları olan kıyafetlerimiz.
Dilimiz beynimizin, aklımızın kendisini ifade etme araçlarından birisidir ki diğeri de eldir. Bütün hayatımızı, tarihi, medeniyetleri, uygarlıkları bu iki araç yardımıyla yaptık ve bozduk, kurduk ve yıktık.
Beyin/akıl ne kadar gelişirse dil de o kadar gelişir. Dil ne kadar doğru, güzel ve iyi ise beyin de o ölçüde yeterlidir. Dil insanın beyninin kapasitesinin, aklının ölçüsünün, zihninin düzeninin, zekasının işleyişinin bir göstergesidir. Dil doğru değilse beyin düzgün çalışmıyordur başka bir deyişle beyin düzgün çalışmadığı için dil doğru değildir. Aslında bunlar birbiriyle sibernetik bir etkileşim içindedirler ve birbirilerinin göstergesidirler.
Hatta birini düzeltmek diğerini de düzeltmeyi sağlar. Dilinizi düzeltmeye çalışın örneğin, kelimeleri doğru yazmayı, dilbilgisi kurallarına uymayı öğrendikçe beyninizi/aklınızı da disiplinize etmiş olacaksınız ve zamanla orada da bir gelişme göreceksiniz.
Onun için özellikle anadilini, özellikle de çocukların doğru şekilde öğrenip kullanması hayati öneme sahiptir. Diline hakim olamayan beynine de hakim olamaz, başıboş kalmış beyin veya onun faaliyetleri de bozulur, yaptığı işler, insana biçtiği donlar (yani donanımlar), giydirdiği elbiseler çirkinleşir. Sevgi yerine nefret, dönüşüm yerine değişim, cesaret yerine korkaklık, şefkat yerine şiddet, iffet yerine şehvet hakim olur duygularda, sözlerde ve davranışlarda. Hele bir de bu bütün toplumda yaygınlaşırsa… O toplum çöker.
Kıssa… Eski zamanlarda bir hırsızı yakalamışlar ve idama mahkum etmişler. Son dileğini sormuşlar, annemi görmek istiyorum demiş, getirmişler, “anne aç ağzını dilini öpeyim” demiş. Annesi dilini çıkarınca hart diye ısırıp koparmış dilini oğlan. Cellatlar sormuşlar “niye yaptın bunu?” diye, cevaplamış “çocukken komşunun yumurtasını ilk çaldığımda annem beni uyarsaydı, bana nasihat etseydi ben daha sonra birinin elmasını, başkasının parasını, şunun altınını bunun yüzüğünü çalmazdım, hırsız olmazdım ve başıma bunlar gelmezdi”. Yunus Emre’nin dediği gibi değil mi? “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı”…
*
Peki dil manipüle edilemez mi? Yani her güzel konuşan, ağzından bal damlayan iyi midir, doğru mudur? Başka bir kıssa…
Zamanın birinde, bir ülkede birçok dil bilen bir adam yaşarmış. Bu adam bütün dilleri o kadar mükemmel konuşurmuş ki ünü padişaha kadar ulaşmış. Padişah saraya davet etmiş, konuşmuş ve o da hayran kalmış adama. Ama kimse adamın anadili hangisidir bir türlü anlayamıyormuş. Bunun üzerine padişah bir yarışma tertiplemiş. Hem o memleketten, hem komşu ülkelerden bir sürü sanatçı, bilgin, alim gelmiş fakat ne yaptılarsa ne denedilerse olmamış, yine bulamamışlar. En sonunda tüm bu süreçleri izleyen padişahın başveziri çıkmış sahneye. Oturmuş adamın karşısına ve sadece gözlerine bakıp durmuş, dakikalar böyle geçmiş, halk da, padişah da iyice meraklanırken adam sinirlenmeye başlamış. En nihayetinde başvezir oturduğu yerden doğrulmuş, bu arada kaşla göz arasında adamın ayağındaki nasıra sertçe basıvermiş ve hemen özür dilemeye başlamış. Fakat, zaten beklemekten sıkılmış ve başvezirin sessizliğine sinirlenmiş olan adam bir de nasırına basılınca can havliyle okkalı bir küfür saydırmış. Başvezir de taşı gediğine koymuş, “işte bu küfür ettiğin dil senin anadilindir” demiş.
Hisse… “Sözü ve gönlü bir olmayan kişinin yüz dili bile olsa gene o dilsiz sayılır” demiş Mevlana. İşte yukarıdaki dille gönül bağlantısı bundan dolayı önemli. Dilin gelişmesi, güzelleşmesi iyi ve doğru bir şey, evet ama yetmez… “Sözüyle özü bir olmak” diye bir deyim vardır bizde. Tam da gerekli olan şey budur. Marifet denir buna, her ikisini de tamam edene, her ikisini de olgunlaştırana ise arif denir. Biri eksikse taşıdığımız kıyafet üzerimize oturmaz, mutlaka bir yerden taşar, fire verir, sırıtır. Her şey yolunda gözükürken bir veli çıkar ayağımıza basar ve aslında ne kadar küfür içinde olduğumuzu duyarız, bir deli çıkar “kral çıplak” diye bağırır ve aslında ne kadar donanımsız, boş olduğumuzu görürüz.
Yani ne kadar manipüle edersek edelim mutlaka bir gün, bir şekilde foyamız ortaya çıkar. Küfr Arapça örtü anlamına gelir. Yani küfür de bir elbisedir, nefs modacısının zanlarımızdan, bencilliğimizden, hırsımızdan biçtiği. Ama bu elbise bilmeyenlere, akıl gözü kör olanlara parıltılı, rengarenk görünürken; bilen ve gerçekten gören için bir yokluk, çıplaklıktır, her şeyi apaçık gösteren…
Onun için sosyal dilimizi geliştirirken (ki bu şarttır) aklımızı da büyütelim (ve zaten bu böyle de olur) ama gönül dediğimiz dilimizi de ihmal etmeyelim. Çünkü “dil, insan karakterinin bir parçasıdır”(Bacon) ve “akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ise ağzındadır” (Hz. Ali). Sosyal dilimiz dil bilgisiyle, gönül dilimiz ise ahlâk bilgisiyle gelişir. Her ikisini birlikte hayata geçirmeye başlayınca aklımız da, vicdanımız da uyanır, aydınlanır, ışık saçmaya başlar ve “aklımız salim(kusursuz, emin), kalbimiz selim(temiz, samimi)”(Metin Bobaroğlu) olur.
Dr. Emin Ali Tutuncu / 10.03.2020 / Konyaaltı
( instagram: @eminalitutuncu – wa.me/0905443097978 )