Korona (Corona) Latince “taç” anlamına gelir. Hani şu başa takılan süs, başın üzerinde taşınan; güzellik, varlık ve egemenlik göstergesi olarak kullanılan.
*
Korona virüsle ilgili çalışmalar 1949 yılına kadar dayanıyor, 1970’den sonra daha detaylı çalışmalar yapılmış ama tıbbi açıdan çok fazla önem atfedilmemiş. Çünkü daha çok hayvanlarda enfeksiyona neden olduğu görülmüş, insanlarda grip benzeri semptomlara ve bağırsak enfeksiyonlarına yol açabileceği tespit edilmiş ama bunlar diğer nedenler arasında sadece %10 civarında yer kapladığı için biraz göz ardı edilmiş gibi. Mesela ben 20 yıl önceki mikrobiyoloji ders kitaplarıma baktığımda korona virüsü 4-5 paragraflık bir konu olarak gördüm.
Korona virüsün geniş çaplı olarak ilk dikkat çektiği olay 2003 yılındaki SARS epidemisiydi, daha sonra 2012 yılında ise MERS olarak duyduk kendisini. Bunlar korona virüsün değişik alt tipleri veya mutasyonları da olsa nihayetinde korona virüs enfeksiyonları idi.
*
Hocanın evi göçmüş, Allah’a sitem etmiş “Ya Rabbi ben devamlı ibadet eden bir kulunum, neden evin göçeceğini bana daha önceden haber vermedin?”, Allah da şunu söylemiş “Ben sana haber verdim ama sen duymadın, önce evin boyası döküldü, oralı olmadın, sonra duvarları çatladı, umursamadın, daha sonra çatısı aktı, bakmadın. Ne tamir ettin, ne düzelttin, ne bir önlem aldın…”.
*
Sanki, aynı vurdumduymazlığı tüm dünya sergilemiş gibi. Bu konuda tabii ki çuvaldızı bilim dünyası başta olmak üzere politikacılara da batırmak gerekiyor. Birisi “tıp” demiş ve tıp sektörü dahil herkes uykuya dalmış adeta, mevcut durum, yaşanan panik, hissedilen kaos bunu gösteriyor. Nerede ilaçlar? Nerede ekipmanlar? Nerede ulusal afet planları? Nerede senaryolar? (Gerçi bizde birileri bu durumla ilgili bir senaryo yazsa ve orada “camiler ibadete kapatılır” ibaresi geçse anında fetöcüsü, metöcüsü, siyasisi, şeyhi ayaklanır senaryoyu yazanları yıllarca hapse tıkarlardı o ayrı mesele. Ama bugünkü reel durum bunu gerektiriyor ve aklı başında herkes de bu konuda hemfikir).
Yani o koskoca devletler, anlı şanlı kurumlar, yüksek makam ve koltuk sahipleri, bol ünvanlı bilim adamları, altın madalyalı generaller işlerini layıkıyla yapmamışlar. Bu konularda çalışma, denetleme yapmamışlar; öneri, fikir, teşvik sunmamışlar. Sokaktaki insanlar, vatandaşlar da bunlara ya alkış tutmuş, ya sessiz kalmış, ya umursamamış veya farkına bile varmamış eksiklerin, hataların. Zaten neyin farkına varıyoruz ki? Yani aslında hepimiz suçluyuz…
Umursamazlığımız, açgözlülüğümüz, hırslarımız, kibrimiz, gaddarlığımız o kadar gözlerimizi kör etti ki, bırakın bu derin konuları, ne doğayı gördük, ne çevreyi tanıdık, ne komşuyu duyduk, ne insanı işittik… Her şeyden, herkesten uzaklaştık, yabancılaştık ve yalnızlaştık. Sadece ve sadece kendimiz vardı artık; dindaşlık, ırkdaşlık, vatandaşlık, meslektaşlık, yandaşlık, taraftarlık maskelerimiz de aslında nihayetinde hep kendimiz içindi, daha fazla kazanayım, ben kazanayım… birilerine yardım ediyor görüntüsü de hep yine kendi çıkar ve menfaatlerimiz uğrunaydı, burada ve orada. Çocuk yapma nedenimiz yaşlanınca kendimize baktırmak için, zekat vermemiz cennete gitmek için, bağış yapmamız ticari ve siyasi kazanımlar için, iyilik yapmamız reklam için…
Böyle olmasaydı her gün birkaç dönüm için anasını doğrayan oğulu, miras için babasını kesen kızı, bankadaki para için oğlunu katleden babayı, çocuk tacizcisi din adamlarını, gittikçe zenginleşen politikacıları, garajında 20-30 arabası bulunan iş adamlarını, yediği her lokmayı yayınlayan kişileri görür müydük, duyar mıydık?
Ben kazanayım, ben hükmedeyim, ben tanınayım, ben sevileyim… sonra lütfedersem yakınlarımdan başlayarak diğerlerine de dağıtırım.
Zaten hep yalnızdık ki, şimdi neyin tantanasını yapıyoruz da izolasyona, karantinaya itiraz ediyoruz? Zaten kimseye dokunmuyorduk ki, şimdi eldiven takmayı kafamıza takıyoruz.
Ormanları yakıp kül edenin bizim kırıp attığımız camlar olduğunu hiç düşünmedik ama şimdi evde sıkıldığımız için kalkıp ormana gitmek istiyoruz. Kaçımız birkaç yüz metreyi sokağa tükürmeden, yerlere çekirdek kabuğu atmadan yürüyoruz; kaçımız çaktırmadan arabanın camından izmaritleri yola boca etmiyoruz? Ama şimdi sokağa çıkalım diye yırtınıyoruz. Bu ülkede kaç tane doktor görev sırasında öldürüldü, kaç hemşire dayak yedi, sağlıkçıların kendileri dahil kaç kişi, kaç kuruluş, kaç siyasi çıkıp bunu protesto etti, şimdi sadece pencereye çıkıp alkışlıyoruz…
*
Bu salgın bize bu dünyada aslında hiçbir şey üzerinde hüküm süremeyeceğimizi hatırlattı; emeğimizle veya haksızca kazandığımız paraların, satın aldığımız veya gasp ettiğimiz mülklerin, miras aldığımız veya el koyduğumuz malların, çok özen gösterdiğimiz veya ihmal ettiğimiz sağlığımızın, ve hatta “benim” dediğimiz canımızın bile gerçek sahibi olmadığımızı anlattı; ölümü gösterdi. Bunun bir zamanının ve yerinin olmadığını, bu kadar yakın ve hızlı olabileceğini öğretti. Bu korku, bu telaş ondandır. Oysa ki bunu teferruatlı bir şekilde düşünmemiştik, koskoca uygarlıkların dağılabileceğini, devletlerin bile yok olabileceğini, sistemlerin çökebileceğini okumuştuk, duymuştuk ama bilmiyorduk; istemesek de çoluk çocuğumuzdan, arabamızdan, evimizden, hayattan, canımızdan ayrılmak zorunda kalacağımızı işitmiştik ama kavramamıştık. Şimdi topluca ve aniden bunlarla karşılaştık. Çaresizliğimiz bundan…
Küçücük mikrop şunu gösterdi, aslında sadece kendimizi düşünüyoruz. Oysa başkalarına, diğer milletlere, değer vermediğimiz mesleklere, varlığından bile haberdar olmadığımız uzmanlara muhtacız. Ne kadar paramız olduğu, İQ seviyemizin veya imanımızın ne seviyede olduğu önemli değil; insanız, sosyal varlıklarız, bedensel olarak doğaya, çevreye ve birbirimize bağımlıyız. Ağaçlar olmasa meyvemiz, nehirler akmasa suyumuz yok; tavuklar olmasa yumurtamız, inekler olmasa peynirimiz yok; insanlar olmasa düşünce kaldıracak bir elimiz, ağlayınca güldürecek bir sözümüz, hastalanınca bakacak bir gözümüz olmaz.
Gelin bir daha SARSılmadan kendimize gelelim, gönül alalım, kalplere dokunalım, “sevelim sevilelim” Yunus Emre’nin dediği gibi, nefesimiz kesilmeden tatlı konuşalım, çünkü “baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş”-Baki. Biz bu dünyaya ana, baba, evlat olmaya; vatandaş veya iktidar olmaya; Türk olmaya, Kürt olmaya; Alevi olmaya ya da Sünni olmaya; Müslüman olmaya; Hristiyan ile Yahudi olmaya gelmedik, “insan” olmaya geldik. Bu da özeleştiriyle, farkındalıkla, dönüşümle olur; iyilikle, doğrulukla, güzellikle olur; iletişimle, birlikle, bütünlükle olur; yani muhabbetle olur.
O zaman bütün her şeyin üzerindeki ilkemiz, başımızdaki tacımız insanlık olsun! Muhabbet olsun!
Dr. Emin Ali Tutuncu / 24.03.2020 / Liman
( instagram: @eminalitutuncu – wa.me/0905443097978 )